27 Şubat 2012 / PINAR DEMİR
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-31937-kuantum-teorisinden-ahlak-recetesi-cikarmak-yanlis.html Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezinin (CERN) Fransa-İsviçre sınırında kurduğu dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuvarı bir süre önce dünya medyasının ilgi odağındaydı. Binlerce bilim insanının çalıştığı bu devasa tesiste parçacık fiziğiyle ilgili çok önemli bir deney yapılıyordu. Herkes yer altına inşa edilen 27 kilometre uzunluğundaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’ndan gelecek habere odaklanmıştı. Atom altı dünyanın esrarengiz parçacığı Higgs Bozonu’nun gözlemlenebilmesi bekleniyordu. Peki ama teorik fizikle alakalı bilimsel bir deney nasıl bu kadar popüler olabildi? Elektriğin icadı gibi tarihî bir kırılma anı mı yaşanacaktı? Sonrasında neler olacaktı? Bu soruları Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Caner Taslaman’a sorduk. Kendisi, din felsefesi, bilim felsefesi, modern bilim, felsefe ve din ilişkileri konularında önemli çalışmaları olan bir akademisyen. Hem tabii bilimlerin hem de sosyal bilimlerin değişik dallarına vukufiyeti, CERN ile başladığımız sohbeti kuantum fiziğinden postmodernizme, din-bilim/vahiy-akıl ilişkisinden ahlak felsefesine uzanan geniş bir yelpazeye taşıdı.
Atom altı fizik için çok önemli olmasının sebebi maddeye kütlesini veren parçacık olması. Şu anda çay içiyoruz, oturduğumuz yerde masa var. Bütün bunların var olma sebebi kütleli olmaları. Cisimlerin kütle kazanmaları ile ilgili evrenin ilk saniyelerindeki süreçte kütlenin oluşması için teorik olarak bu parçacığa gereksinim duyuluyor. Çok sıradan bir parçacığın bulunması bile özel bir öneme sahipken bir türlü gözlemi yapılamayan, hatta bu yüzden “The Goddamn Particle” yani “Allah’ın belası parçacık” olarak adlandırılan (ki bu sonradan “Tanrı parçacığı” ifadesine dönüşmüştür) Higgs parçacığının gözlemlenmesi isteği bu deneyin önemini artırıyor.
Felsefe ve dinler açısından yeni bir şey getireceğini beklememek lazım. Teorik sistemin içerisinde zaten o parçacık var. Asıl bu parçacık gözlemlenemezse fizikçiler oturup maddenin nasıl olup da kütle kazandığını yeniden düşünmek zorunda kalacak.
Newtoncu fiziğe determinist bir evren görüşü hâkim. Determinist bir evrende aynı şartlar hep aynı sonuçları netice verir. Çok klasik örneklerden biridir: Aynı koşullar altında iki bilardo topunu aynı hızla ve aynı açılarla çarpıştırırsanız aynı şekilde birbirlerinden ayrılır. Newton fiziğinde bunun gibi determinist yasalar var. Bu yasalar bilimsel açıdan öngörüde bulunmayı mümkün kılıyor.Yani aynı şartları oluşturduğunuzda aynı sonuçlara ulaşabilmeniz teknoloji üretimiyle ilgili başarıların da sebebi.
Determinist yasalarla doğa bilimlerinde ve mühendislikte elde edilen başarılardan etkilenenler, bunu sosyolojik analize ve toplum mühendisliğine de taşımaya kalkıştı. Newton’un etkilerini AugusteComte’ta da Marx’ta da görüyoruz. Comte, fiziğin olduğu gibi, tarihin de yasaları olduğunu düşünüyordu. Bu yasalara göre toplum önce teolojik evreyi yaşıyordu, daha sonra metafizik evreye geçiyor ve nihayet pozitivist evrede sona geliniyordu. Nasıl ki fizikte bir cismi atarken hız ve konum gibi parametreleri bildiğimizde eğik atışın nasıl olacağını hesap edebiliyorsak, toplumların da geleceğini çok rahat tahmin edebileceğimizi düşünüyordu Comte. Bu yüzdendir ki daha sonra sosyoloji denilen bilim dalına önce ‘sosyal fizik’ adını takmıştı.
Marx da kendisini tarihin Newton’u olarak görüyor, tarihin içindeki yasaları keşfeden kişi olduğunu düşünüyordu. Ona göre, bir dönemde toplumda feodal bir düzen varsa kaçınılmaz olarak yerini kapitalizme bırakacaktı, kapitalizm sosyalizme, o da komünist bir yapıya evrilecekti. Bunlar aslında fizikteki “iki bilardo topu belirli hızla ve açıyla aynı şartlarda çarpışınca kaçınılmaz olarak aynı şekilde ayrılırlar” gibi determinist fiziki yaklaşımların, tarih ve sosyoloji alanlarına taşınması çabasından başka bir şey değildi. Comte da, Marx da determinist fiziğe benzer anlayışları sosyoloji ve tarih alanlarına taşımaya kalktı. Karl Popper’ın “tarihsicilik” (historicism) dediği bu görüşlerin önemli mantıksal açmazlarının olmasının yanı sıra, tarihsel süreç de bu görüşleri savunanların kehanetlerini yanlış çıkarıp, tutarsızlıklarını ve hatalarını göstermiştir.
Evet, tarihin yasaları ve belli bir yönü olduğu için toplum kontrol edilip belirli şeyler yapılırsa, onu ‘daha ileri’ aşamalara taşıyabileceklerini sandılar. Bu görüşün Türkiye’deki yansıması ‘halk için halka rağmen’ politikaları oldu. Halk, nereye doğru ‘ilerlemesi’ gerektiğini bilemiyordu! Cumhuriyet’in ilk dönem aydınlarının zihin dünyasında etkili olan Comte pozitivizminde, bilime yönelip dinden uzaklaşılacağı tahmin edilen tarihin ileri aşamalarının öncekilerden daha üst, daha gelişmiş aşamalar olacağı kabul ediliyordu.
Gayet tabii, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yönetimde etkili olan birçok ‘aydınlanmış birey’ bu yasaları bilmenin sağladığı özgüvenle topluma şekil verme vazifesini kendinde gördü. Böylece halk ‘ileri’ aşamalara taşınırken ‘gericilikten’ de kurtarılmış oluyordu. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde pozitivizmle, Marksizmle ve modernite teorileriyle Popper’ın ‘tarihsici’ dediği yaklaşımlar despot yönetimlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Halk yolunu bilmediği için gerekirse sopayla onu yola sokmak, sopayla onu tarihin ‘ileri’ aşamalarına taşımak, ‘halk için halka rağmen’ politikalarını tarihin akışını bilen ‘aydın’ olarak ‘cahil’ halka uygulamak, hep bu yanlış felsefi görüşlerle ilişkilidir. Bunu uygulayanların çoğu felsefi derinliğe sahip olmayan kişilerdi. Onlar belli felsefi görüşlerin değil, evrensel mutlak hakikatlerin aydınlatıcılığında hareket ettiklerini sanıyorlardı. Sopayı halka indirip, onları kendi kabul ettikleri değerlere taşırken bu “aydınlar” halkı “aydınlığa” taşıdıkları kanaatindeydiler. Kendilerinin “halkçı” olduklarından muhtemelen hiç şüphe duymuyorlardı.
Tabii, Auguste Comte pozitivizmine bakarsanız din tarihin geri aşamalarına, yani ‘çocukluk evrelerine’ ait bir şeydir. Bu yüzden, Comte’a göre, dinin terk edildiği tarihin pozitivist aşaması ‘ilerici’ olacaktır. Dindarlara ‘gerici’ denmesi de bu tarih anlayışıyla ilişkili bir şeydir. Tabii burada şunu belirtmekte fayda var. Determinizmin doğru olup olmaması ayrı bir meseledir onun sosyolojiye taşınması ayrı bir meseledir. Determinizm doğru olsa bile onun bu şekilde taşınmasının hatalı olduğunu söyleyebilirim.
Bunu, ateizm için kullanmak isteyenler oldu. Fakat bu evren görüşünün en önemli ismi Newton’dur. Newton’dan önce o sürece yol açan Galile’dir, Kepler’dir, Descartes’tır… Bunlara baktığımızda hepsinin çok dindar olduğunu görüyoruz. Kepler, matematiğin, Allah’ın evreni yaratırken kullandığı dil olduğunu düşünüyordu. Descartes, kartezyen düşünce içinde Allah’ın varlığıyla ilgili olarak ‘ontolojik argüman’ dediğimiz argümanı savunan inançlı bir felsefeci ve bilim adamıydı. Newton, aynı şekilde yerçekimi yasalarını Allah’ın kudretine bağlayarak açıklayan, üçlemeyi de reddeden dindar bir insandı. Bu sürecin en başındaki insanlar ateist değildi. Fakat mekanik evren görüşünü ateizm için kullananlar oldu. Bunlar “Madem evreni bilimsel yöntemlerle anlayabiliyoruz, o hâlde Tanrı’ya ihtiyaç yoktur.” gibi düşünceler ifade etti. Tabii bu, dinin ne dediğini anlamamaktan kaynaklanıyor.Ayrıca bir şeyin anlaşılmasıyla Tanrı’ya ihtiyaç duyulmayacağı düşüncesi felsefi ve mantıki açıdan bozuk bir düşünce. Bir arabanın mekanik aksamını anlarsanız onun üretilmediğini, tesadüfen olduğunu mu iddia edersiniz? Tersine, bunun mümkün olamayacağını daha büyük bir özgüvenle ifade edersiniz.
Hayır, yok. Bilakis Kur’an’da yere, göğe ve bunlar arasındakilere bakmamız, bunlardan sonuçlar çıkarmamız isteniyor. Biz bütün bunlara baktığımızda, mekanik yasalar çerçevesinde bunlar üzerine düşünüyor ve bir muhteşemliğe tanıklık ediyoruz. Kur’an’ın inceleyip de sonuçlar çıkarmamızı istediği evrensel fenomenler sebep-sonuç ilişkileri ve belli mekanik yasalar çerçevesinde işliyor. O yüzden Allah’ın tasarımını ve kudretini kavramamızda bunlar en önemli anahtarlardır. Bu hususa dikkat çeken en önemli filozoflardan biri İbn Rüşd’dür. Evrendeki sebep sonuç ilişkilerini, yani fizik-kimya-biyoloji yasalarını ne kadar iyi anlarsak Allah’ın sanatını o kadar iyi anlamış oluruz. Biz, bilgimizdeki eksikliklerle değil, artan bilgimizle Allah’ın sanatına daha iyi tanıklık ederiz. Bilgimizin temeli ise neden-sonuç çerçevesinde işleyen süreçlerden, yani mekanik yasalardan gelir.
Bu yanlış din algısı hem Hristiyanlığın hem de İslam’ın içinden çıkabiliyor. Buna karşın her iki din içinde de daha doğru olduğuna inandığım yaklaşımları seslendirenler oldu. Mesela Hristiyan düşüncesinde William Paley’ler Newton’lar, İslam düşüncesinde El Kindi’ler İbn Rüşd’ler Allah’ın sanatını ve kudretini takdir etmemiz için evrendeki işleyişi keşfetmemizin önemini ısrarla vurgulamışlardır. Fakat sözkonusu yanlış din algısını halen makbul zannedenler var. Bizim artan bilgimiz Allah’ın sanatını takdire ve O’na yaklaşmaya vesiledir. Bana göre, bilginin artmasında değil bilgisizlikte erdem görmeyi, Kur’an’ın inşa ettiği zihinlerin reddetmesi gerekir. Kur’an akla en çok atıf yapan dini metindir. Birçok ayette aklı kullanmaya yönelik ifadeler var. Kur’an evren hakkında ince ince düşünmeye, olayları derinlemesine değerlendirmeye yönelik atıflarla doludur.
Şu andaki modern bilimle ve teknolojiyle ilgili paradigmamız Batı’da doğdu. Batı dışı toplumlar Batı’daki başarıları görüp bu paradigmayı naklettiler. Bunlar üzerinde herhangi bir felsefi düşünce de geliştirmediler. Sorduğunuz şey Batı’nın kendi içindeki sorunlarla oldukça alakalı. Mesela o dönemde Avrupa’da Kilisenin mevcut toprakların üçte birinden fazlasına sahip olmasıyla ve bu güçten siyasi olarak bağımsızlaşma isteğiyle alakalı. Birçok kimse Kiliseden kurtulmak için başta Protestanlığı bir vesile olarak gördü. Bazıları din adına baskı yapan gruplardan kurtulmak için direkt dinsizliğe sığındı. Bu üzerinde saatlerce konuşulabilecek oldukça karmaşık ve çok nedenli bir süreç.
Aslında bilimsel çalışmaların pek çoğu bilim ve din arasında hiçbir sorun olmadan, herhangi bir çatışma yaşanmadan rahatlıkla yapılabilir. Teknoloji üretmede de genelde bir sorun yaşanmayacağını söyleyebiliriz. Ama “Evren nasıl var oldu?” gibi sorular, yani kökenle ilgili sorular gündeme geldiğinde, doğa yasalarının nasıl olup da var olduğunu sorduğunuz zaman ciddi anlamda sorun çıkar. Bunlar aslında bilimden çok felsefenin alanına giren sorular. Bilimin dinle problemi olduğu doğru değil. Asıl sorun materyalist felsefenin -natüralizmin- mutlak bir hakikatmiş gibi sunulmasından kaynaklanıyor. Kitaplarımda ve makalelerimde, modern bilimsel verilerin materyalist–ateist görüşleri değil, tektanrıcı–teist görüşleri destekler bir evren görüşünü sunduğunu detaylı bir şekilde ortaya koymaya çalıştım.
Gerçekten de evrenin ‘neden var olduğu’ gibi daha derin anlamlara yönelmeyi mümkün kılacak soruları yok kabul etmek gibi bir yaklaşımı olan bir kitle var. Bir de Allah’a atıf yapılırsa taraf olunacağına dair bir ön kabul var. Allah’a atıf yapılırsa bu laikliğe aykırı olur düşüncesi dile getiriliyor. Fakat öyle noktalar var ki tarafsız olmanız mümkün değil. Yani ‘bîtaraf olan bertaraf olur’. Çünkü iki şık var: Allah ya var ya yok. Siz tarafsız olmak niyetiyle ‘Allah’tan bahsetmeyeceğim’ dediğiniz sürece mevcut sistem Allah’tan kopuk zihinler inşa etmeye başlıyor. Mesela karıncaların hayatını ateist ve dindar bilim adamlarının aynı anda incelemesinde sorun çıkmaz ama siz bütün bu süreçlerden bahsederken Allah’ı hiç anmadığınız, Allah ile ilgili en küçük bir atıf yapmadığınız takdirde, zaman içinde zihinler evrendeki oluşum süreçleriyle Allah arasındaki irtibatı kuramaz hâle geliyor. Yani zihnin sekülerleşmesi söz konusu oluyor. ‘Tarafsızlık’ adı altında seküler (burada siyasetle ilgili bir anlamda kullanmıyorum bu kavramı) zihinler inşa ediliyor.
Elbette. Birçok insan günlük hayatta işini yaparken, evlenirken yahut laboratuvarda hücreyi incelerken Allah’ı düşünemiyorsa, bunda, pozitivist felsefeyi benimseyenlerce oluşturulmuş eğitim sistemiyle inşa edilen zihinlere sahip olunmasının mesuliyeti var. Allah sadece Ramazan geldiğinde, bayram namazında, camiye gidildiğinde hatırlanır, onun dışında sanki seküler bir alana çıkılır gibi Kur’an’ın inşa ettiği inanç sistemiyle alakasız bir anlayış yaygın. Oysa Kur’an’ın inşa ettiği zihinler için Allah hayatın her alanında vardır. Kur’an öyle bir zihin inşa ediyor ki, gözünüzü çevirdiğiniz her şeyde, gökle yer arasındaki her varlıkta Allah’ın varlığıyla ilgili delilleri görüyor, hissediyor, takdir ediyor, şükrediyorsunuz. Kur’an var olan her şeyde Allah’ın sanat ve kudretini görebilen bir zihni inşa ederek, nerede olursanız olun Allah’ın varlığını hissetmenizi ve O’nu hayatınızın her anına dâhil etmenizi sağlıyor. Dine inansa da hayatının birçok alanında dindar olamayan, ticarete hile karıştıran, yoksula duyarsız kalan, dinin yönelttiği duygu inceliğinden mahrum bulunan insanların böyle olmalarının önemli bir sebebinin zihinlerin Kur’anî bir biçimde şekillenmemesi olduğu kanaatindeyim.
Klasik evren görüşümüz deterministti. 20’nci yüzyılın başlangıcında makro-fizikte izafiyet teorisi derin bir değişiklik yaptı. Zamanın ve mekânın izafi olduğunu, değişik algı noktalarında farklı hissedileceğini ortaya koydu. Fizikte sarsıcı bir etki yapsa da izafiyet teorisi de determinist bir teoridir. Determinizm açısından asıl sarsıcı değişiklik kuantum teorisiyle geldi. Mikrodünyaya inildiği zaman determinist olmayan bir evren varmış gibi görünüyor. ‘Varmış gibi’ diyorum, çünkü kuantum teorisinin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ünlü fizikçiler arasında derin ayrılıklar oldu.
Kuantum seviyesindeki gariplikleri dalga ve parçacık ikiliği gibi fenomenlerde gözlemliyoruz. Mesela benim konuşmam şu an pek çok yerden aynı anda duyulabilir. Niye? Çünkü ses bir dalgadır. Dalga aynı anda birçok yerde olabilir. Fakat ben burada sizinle röportaj yapıyorken aynı anda hem Mekke’de haccediyorum hem Amerika’da bisiklete biniyorum hem de İngiltere’de şunu yapıyorum desem, herhâlde birçok kimse zihnimde ciddi bir sorun olduğunu düşünür. Çünkü bizim parçacık özelliği gösteren şeylerle ilgili algımız, bunların aynı anda birden fazla yerde olamayacağını söyler. Dalgadan beklediğimiz şeyler, parçacık özelliği gösteren varlıklarda olamaz. Yani parçacık olmayla dalga olma birbiriyle uzlaştırılamayacak derecede zıt şeylerdir. Fakat mikro seviyeye indiğimizde, proton, elektron, hatta atomun hepsinin kimi yerde parçacık gibi kimi yerde dalga gibi hareket ettiğini görüyoruz. Delikler açıyorsunuz, bir bakıyorsunuz aynı atom aynı anda üç beş yerden geçiyor. Bu fiziğin geri kalan bütün hepsine aykırı bir olay.
Evet, mesela genel görüş bir şeyin diğer bir şeyle temasta bulunmadan birbiriyle etkileşimde bulunamayacağını söyler. Oysa atom-altı dünyaya indiğinizde, aynı noktadan ayrılan parçacıklar birbirlerinden ayrılıp çok uzak mesafelere gittiğinde bile birinin durumunu değiştirdiğinizde diğerinde de bir değişiklik gözlemliyorsunuz. 1990’larda yapılan deneylerde bu olgu gözlemlendi. “Uzaktan etki” dediğimiz, fiziğin bütün geri kalan kısmına aykırı şeyler çıkıyor karşımızda kuantum fiziğiyle. 20. yüzyılın başlarında fizikteki pek çok sorunun çözüldüğü zannedilirken izafiyet teorisiyle büyük bir değişiklik yaşandı. Mikro dünyaya inildiğinde ise izafiyet teorisinden de sarsıcı değişiklikler ortaya çıktı. Mantıksal düşünmemize aykırı gibi görünen şeylerle, fiziğin deneysel gerçeklikleri olarak karşılaştık. Bu tabii ki zihinleri çok zorladı. Felsefe ve teoloji ile ilgili tartışmaları da etkiledi.
Kuantum teorisiyle ilgili bulgular evrenin sandığımızdan garip olduğunu ve bütünlük içinde bulunduğunu gösteriyor. Parçacıklar birbirilerinden çok uzaktayken bile etkileşim halinde olabiliyorlar. Yani tahmin edilenden daha fazla bütünlük içinde ve indirgemeciliğin mümkün olmadığı bir evrende yaşıyoruz. Materyalist fizikalist anlayışı benimseyenler, biyolojik varlıkları kimyasal moleküllere indirgeyerek, kimyasal molekülleri fiziksel parçacıklara indirgeyerek her şeyi açıklayabileceklerini düşünüyorlardı. Fakat şimdi öyle bir şeyle karşı karşıyayız ki atomu bile proton-elektron gibi parçacıklara indirip anlamamız mümkün değil. Bir bütünlük içinde ele almanız gerekiyor. Kuantum teorisinin indirgemeciliğe indirdiği bu darbenin bilim felsefesi açısından önemli sonuçları var. Ama kuantum teorisinin bu tip sarsıcı verilerini kendi ürünlerini pazarlamak için kullananlar da var. Kuantum düşünme teknikleri, kuantum tedavi yöntemleri…
Evet. Piyasada isminde “kuantum” geçen kitaplara baktım, ne yazık ki vakit kaybettim. Enteresandır, bu kitapların çok büyük kısmının kuantum teorisiyle bir ilgisi yok. Bunların çoğunda gerçek anlamda kuantum teorisine vakıf olunup, ondan hareketle bir şey ortaya konmuş değil. Sadece kuantum teorisinin fizikteki otoritesi ve şok ediciliğinden yararlanıp kendi argümanlarını satmaya çalışıyorlar. Kuantum teorisiyle ilgilenenlerin buna dikkat etmesi gerekiyor.
Öyle yorumlar yapıldı. Ben bunların hepsinin hatalı olduğu kanaatindeyim. Newton fiziğinden yola çıkıp tarih ve toplum görüşü oluşturmaya kalkanlar olduğu gibi kuantum teorisinden hareketle kültürel izafiyetçiliği, postmodernizmi temellendirmeye kalkanlar, bu tip sosyal reçeteler yazanlar oldu. Bu teoride gerçekten bizi şoke eden, mantıksal kategorilerimize uymayan şeyler var ve aynı zamanda atom altı dünyayı anlamamız konusunda oldukça işe yarayan bir teori bu. Fakat buradan hareketle gerçekliğin izafi olduğuna geçiş yapmamızı mümkün kılacak bir dayanak oluşturulamaz.
İzafiyet teorisi değişik çekim alanları ve hızlarda zamanın ve uzayın izafileştiğini gösteriyor. Fakat bunu gösterirken ışık hızının kendisi sabit kalıyor. Evrenin başından itibaren doğa yasalarının sabit olduğu gibi daha da önemli bir sabitlik anlayışını içinde barındırıyor. Yani bir takım sabiteler var. Her şeyin tümden izafi olduğu gibi bir görüş yok. Zaman ve uzayın izafi olduğunu söylemek her şeyin izafi olduğu anlamına gelmez. Ben izafiyet teorisi ve kuantumdan hareketle tüm değerlerin ve ahlaki görüşlerin izafi olduğunu temellendirecek bir zemin göremiyorum. Bu teorilerden ahlakla ilgili reçetelere geçiş yapmak felsefi açıdan hatalı olur. Doğayla ilgili fiziksel kavramlarımıza baktığımızda sadece itme-çekme gibi, parçacık-dalga olmak gibi özellikler var. Bunların hiçbirinin değerler ve ahlaki yasalarla bir ilişkisi yok. Bunlara atıfla ahlaka geçiş yapmanın mantıksal bir temeli yok. Bana göre bir tek “Allah vardır” şeklinde bir durum tarifinden rasyonel bir ahlak teorisi kurmaya geçiş yapabiliriz. Çünkü ahlaki yasalar insanı bağlayıcıdır ve sorumluluk altında tutucu bir özelliğe sahiptir. Maddi doğaya atıfla bir ahlak oluşturmaya kalktığınızda bilinçsiz doğanın içindeki hiçbir şey sizi bağlayıcı olamaz. Mesela şurada bir cüzdan düştü. Bu cüzdanı sahibine teslim edip etmeme problemiyle karşı karşıya kaldığımızı düşünelim. Doğada var olan hangi olgu benim o cüzdanı geri vermemi ya da hırsızlık yapmamamı söyleyebilir, buna rasyonel temel oluşturabilir? Nietzsche gibi birileri; “Doğada da hırsızlık var, hayvanlar birbirlerinden şunu çalıyorlar” diyerek, hırsızlığın doğal olduğunu temellendirmeye bile kalkabilir, doğadaki olgulardan hareketle.
Materyalist, sadece maddi yapıdan oluşan bir varlık anlayışında, ahlakın gereği olan insanı bağlayıcı olabilecek hiçbir unsur bulunamaz. Hiçbir insanın bilemeyeceği bir durumda, yerde bulduğumuz cüzdanı sahibine iade etmemiz için hiçbir mantıklı sebep gözükmüyor böylesi bir anlayışta. Fakat “Allah vardır” dediğimiz zaman, insanı yaratan bir güç var. Yaratıcımıza borçlu olduklarımızdan neşet eden sevgi ve minnet gibi hislerin motivasyonu oluyor. Ayrıca tek-tanrılı dinlerdeki ahiret inancı, insanların korkularından kurtulma/mutlu olma arzusuyla motivasyon sağlayarak ahlaki yasaların bağlayıcılığı için rasyonel bir temel oluşturur. Allah’a ve dinlere atıf yapmadan ahlaki bir yapı olamayacağını söylemiyorum. Birçok ateistin veya Budistin tek tanrılı dinlere inananlardan daha ahlaklı olabileceğini de kabul ediyorum. Fakat bunların rasyonel bir temeli olmayacağını, ahlaka rasyonel bir temeli sadece ve sadece Allah inancının sağlayacağını savunuyorum. Doğadaki herhangi bir şey, kuantum teorisi, izafiyet, şu veya bu herhangi bir teoriye atıfla kültürlerin izafi olduğu veya olmadığı, şöyle veya böyle bir ahlakın temellendirilmesi mümkün değildir. Fiziksel teorilerden hareketle ahlaki sistem için gerekli bağlayıcılık unsuru rasyonel bir çözüme kavuşturulamaz.
Ahlaki yasaların evreselliğini temellendirmeye kalkan birçok kimse Stoacılar gibi doğadaki durumdan hareket etmiştir. Bu ise daha önce değindiğim gibi felsefi açıdan yanlıştır. Mesela İngiliz sömürgeciliğini ve 2. Dünya Savaşı’nda Hitler politikalarını Sosyal Darwinizme atıflarla temellendirmeye çalıştılar. “En güçlü olan yaşar. Biz bunu yapmazsak kendimiz yok oluruz, doğada da bu var” gibi söylemleri kullandılar. Yani doğada en güçlünün yaşadığını ve kavganın olduğunu, ancak diğerlerini ezenlerin üstün geldiğini, yaşamak isteyenin bunu yapmak zorunda olduğunu söyleyerek sömürülerini temellendirmeye kalktılar. Kolonyalizm bu şekilde uygulanmaya çalışıldı. Doğada bir şeyi tarif ettiler ve ondan bir ahlaki reçete çıkardılar. Oysa böylesi bir geçiş yapmak felsefi açıdan hatalıdır.
Bir kısım Hindularca kadınlar kocaları öldüğünde yakılıyorlardı. Çok kültürlülük meşruysa bunu da meşru görmemiz gerekiyor. Çok kültürlülüğün bizi götürdüğü noktalardan biri bu. Çok kültürlülüğü meşru görüp görmeme tartışması aslında ahlaki yasaların evrensel olup olmadığı tartışmasıyla iç içedir. Ahlaki yasaların evrensel olduğu kabul edilmese bile bundan her kültürel anlayışa hoşgörülü olunması gerektiği çıkmaz; çünkü bu dahi evrensel bir ilkeyi savunmak demektir. Birisi, “Ben, benim kültürüme göre her kültüre anlayış göstermem” diyebilir, her kültüre anlayış gösterme fikri buna da anlayış göstermek zorundadır ki, bu kendi kendinin reddi demektir.
Bir çok bölgede insanlar farklı renklerde elbise giyebilirler veya kimisi suşi, kimisi lahmacun, kimisi spagetti yer. Bu tarz kültürel farklılıklar insanlığın zenginlikleridir ve bir sorun oluşturmazlar. Bunlar tartışma dışı. Ama özellikle ahlaki konularda her kültürün her unsurunu meşru görmek sorun. Mesela Hindistan’daki o kadının yakılmasını meşru görebilir miyim göremez miyim? Ahlaki yasalarla ilgili bir sorun karşımıza çıktığında ahlaki yasaların evrensel olup olmadığı tartışması çıkıyor karşımıza.
Ahlakın izafi olduğunu kabul ettiğinizde ciddi beladasınızdır demektir. Mesela birisi küçük çocuklara işkence yapmanın çok normal olduğunu iddia edebilir ve eğer ahlakı izafi gören kişi tutarlıysa buna itiraz edemez. Bizim en derinden gelen ahlaki sezgilerimize karşıt birçok durum ortaya çıkar. Bana göre Allah’a atıf yapmadan hiçbir rasyonel ahlakın temellendirilmesi mümkün değildir. Allah’a atıf yapmayanlar ahlaklı olabilir ama rasyonel bir ahlaki yapıyı temellendiremezler.
Ben modernizmin katı determinist anlayışını bile postmodernizme tercih ederim.
Çünkü modernizmde her şeye rağmen akla verilen bir önem var. Akıl doğru kullanıldığında evrende Allah’ın varlığının delilleri bulunacaktır. Kendi hayatlarına rasyonel bir şekilde bakanların da Allah’a yönelmekten daha mantıklı bir hareket göremeyeceklerini düşünüyorum. Bana göre bir insanın aklını güçlendirmesi dinini de güçlendirir. Fakat şu anda “Biz insan aklını ne kadar zayıflatabilirsek, din akılla inkâr edildiği için inancı o kadar güçlendiririz.” şeklinde bir yanılgı çok yaygın. O yüzden de postmodernizmin aklı zayıflatan yaklaşımları çok rağbet görüyor.
“Her şey izafiyse o zaman benim dinime de hiç kimse laf edemez.” diye düşünüyorlar. Peki ama o dinin, dağların tepesinde binlerce tanrı olduğunu söyleyen pagan dinlerden üstün olduğunu hangi gerekçeyle iddia edeceksin? Veya İslam’ın “üçleme”den daha mantıklı olduğunu nasıl söyleyeceksin? O zaman “irrasyonel” diye bir şey kalmıyor ki! Her şey o kadar izafiyse ahlaki hiçbir yasanın evrenselliği de savunulamaz. Postmodernizmin temellere karşı çıkarak bizi götürdüğü nokta o. Postmodernizmin içinde tek bir yaklaşım yok, fakat genel yaklaşım temelleri reddetmek ve aklın otoritesini küçümsemek, kültürel izafiyeti savunmak yönünde olmuştur. Evrensel kriterleri yıkmaya çalışmak, genel postmodernist tutum olmuştur. İslam ise evrensel kriterler va’zediyor, Allah’ın varlığının evrensel gerçek olduğunu söylüyor ve evrensel ahlaki esaslar getiriyor. Kur’an, aklı ilahlaştırmıyor fakat aklı güçlendirmenin dinî iddialara hizmet ettiğini söylüyor. Ben aklı zayıflatmaya yönelik arayışları hem Kur’an’ın yaklaşımı hem de felsefi açıdan yanlış ve yüzeysel buluyorum.
Ben olayı şöyle düşünüyorum. Dinin içinde aklı aşan unsurlar vardır ama akla aykırı unsurlar yoktur. Dinde bizim aklımızı aşan şeyler var, fakat aklımızı aşan hiçbir noktada dine itiraz getirilemez. Dindeki aklı aşan hususlarda itiraz getirilebilmesi için dinin söylediği modelden daha tutarlı daha rasyonel bir model ileri sürülmesi lazım. Bu yapılamıyor. Bana göre İslam’ın aklı aşan hiçbir iddiasında “Şöylesi daha rasyoneldir” diye bir alternatif gösterilemez. Burada dikkat edilmesi gereken şey “aklı aşanlar” ile “akla aykırılar” arasındaki fark. Mesela “İki artı üç eşittir yedi” denilirse, bu akla aykırı bir şey olur. Cevabın beş olduğu söylenir ve doğru cevap gösterilir. Dinin içinde böyle hiçbir şey olmadığı kanaatindeyim. Din adına ileri sürülenlerde, yani dinin kendisinde değil ama belli bir yorumunda böyle bir unsur varsa, bunun dinin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Bizim vahye uymamız da aslında akılla temellendirilebilir. Var olan alternatifler içinde Kuran’ın mesajından daha takip edilmeye uygun bir alternatif olmadığını göstererek, akılla bu pozisyonumuzu temellendirebiliriz. Kur’an’ın ifadelerini, o yüzyılda yaşamış bir insan veya insan topluluğunun yazmasının mümkün olmadığını göstererek bir temellendirme yapabiliriz. Bunun yanında Allah’ın varlığıyla ilgili delillerin birçoğunun akılcı bir zeminde temellenebileceği kanaatindeyim. Örneğin kozmolojik delil, tasarım delilleri, bilinç delili, ahlak delili, arzu delili gibi isimlerle tarif edebileceğimiz bu delillerin bir kısmı hakkında yayınlar yaptım. Hala bu konu üzerinde yeni çalışmalarıma devam ediyorum. Rasyonaliteyi tamamen değersiz bir şeye indirgersek Kur’an’ın akla önem veren birçok ayetiyle ters düşmüş oluruz. Akla atıf yapmak ve dini akılla güçlendirmekle, aklı vahyin üzerine çıkarmak arasındaki farkın iyi anlaşılması lazım. Hem aklı güçlendirmek diğer melekelerin zayıflamasını gerektirmez. İyi bir dini anlayışın gelişebilmesi için hem duyguların hem de aklın güçlenmesi gerekir.
Evrenle ilgili bilgimizin artması sayesinde aslında Allah’ın sanatını ve kudretini daha çok takdir etme imkânına kavuştuğumuz kanaatindeyim. Mesela 1950’li yıllardan sonra proteinler ve DNA keşfedildi. Detaylara inildikçe vücudumuzda muazzam karmaşıklıkta olayların gerçekleştiğini gördük. Her bir hücre tek başına bir fabrikadan daha karmaşık. Proteinler adeta birer makine, DNA eşsiz bir bilgisayar gibi. Allah’ın sanatını idrak etmek için ne büyük fırsat! Gözle görülemeyecek bir hücrede baş döndürücü bir yapı var. Bir tek proteinin bile tesadüfen ortaya çıkmasına bütün bir uzayın ömrünün yetmeyeceği bir yapı bu. Evrimle ilgili kitabımda bununla ilgili olasılık hesaplarını verdim. Biz yaratılışın detaylarına vakıf oldukça Allah’ın sanatını ve kudretini daha iyi anlarız. Bu manzara hem aklımıza, hem duygularımıza, hem sezgilerimize hitap ediyor. Fakat bugün şöyle bir tablo var ki daha çok para, daha çok kâr elde etmek dünya sisteminde tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar merkezî hâle geldi. Daha lüks bir hayat gibi basit idealler hayatları yönlendiriyor. Maalesef bilimsel bilginin ve teknolojinin gelişmesi, dünya görüşünde bir derinleşmeyi getirmedi. İnsanların çoğu evrenle ilgili artan bilgilerini sadece teknoloji üretmekte ve tüketimde kullanıyor. Teknoloji üretmede sorun yok ama büyük çoğunluk elde edilen bilimsel bilginin Allah’ın sanatı hakkında ne söylediğiyle ilgilenmiyor. Yeni keşifler sadece kapitalist amaçlar için bir araç olarak kullanılıyor. Günümüzde inkarcı ateistlikten çok Allah’ın varlığına karşı ilgisizlik temelli bir ateistlik daha yaygın. Oysa Allah’sız bir hayatta ne anlam kalır, ne iyi ne doğru ne de güzel. Mevcut dünya düzeninin sunduğu hazlar, insan ruhunun en derin ihtiyaçlarını karşılayamaz. Allah insanları kendine ve göndereceği dinlere muhtaç yaratmıştır; insan fıtratı buna göre tasarımlıdır. Bu yüzden bu haz merkezli düzenin çoğalttığı Allah’a karşı ilgisizliğin özünde güçlü olmadığını bilmek gerekir. Bu düzen hazcı sunumundaki görkeme karşın yüzeyseldir ve insan fıtratının en derin çığlıklarına cevap veremez. Oysa Kur’an hem akıla hem duyguya hitap eder, hem de fıtratımızın anlam, iyi, doğru ve güzelle ilgili çığlıklarına ab-ı hayat sunar.
1 Comments
Mükemmel, çok tatmin edici. Çok istifade ettim.